"Bu uçsuz bucaksız evrende yeni, farklı bir şey hiç olmadı. İnsanın anlık zihnine eşsiz görünen şey, Tanrı Gözü'nün sonsuzluğunda kaçınılmazdı. Hayattaki o garip saniye, o sıradışı olay, çevrenin, fırsatın ve karşılaşmanın muhteşem tesadüfleri... Hepsi, galaksisi iki yüz milyon yılda bir değişim geçiren ve şimdiden dokuz değişim geçirmiş bir Güneş'in gezegeninde sürekli olarak tekrarlanmış şeylerdi. Neşe vardı. Olmaya da devam edecek."
Alfred Bester'ın meşhur Yıkıma Giden Adam'ı (The Demolished Man) çok uzun süredir okunacak kitaplar listemdeydi aslında. 1952 yılında Galaxy Science Fiction dergisinde üç bölümlük bir yazı dizisi olarak yayımlanmasını takiben 1953'te roman formatında basılan ve Hugo Ödülleri'nin ilk kazananı olma ayrıcalığına erişen bu nadide bilimkurguyu okumaya biraz çekinmiş olabilirim. Kendi türünde kültleşmiş kitapları okumayı bir kere geciktirmeyegöreyim, geç kalmışlık hissi bende tarif edemeyeceğim bir gerilime neden olduğu için sonsuz bir döngüye girip ilk adımı bir türlü atamıyorum.
Neyse ki Yıkıma Giden Adam'ı nihayet okumak için bir vesilem oldu ve zaten beğeneceğim yönünde hayli güçlü bir önyargıyla kapağını açtığım bu güzel kitabı kâh hayret ederek kâh kendimden izler bularak okuyup her bir sayfasını gönül tabloma altın harflerle kazıdım.
Cinayet, tutkulu bir ihtimal
Bugün interneti şöyle bir silkelediğinizde Yıkıma Giden Adam'a dair pek çok dilde yazılıp çizilmiş onlarca özet, yorum, eleştiri ve analize ulaşmanız mümkün. Bu karmaşada ben, konu hakkında yeni ne söyleyebilirim?
Kitabı hâlâ okumayanlar için ufak bir sürprizbozan uyarısı yaparak, olup biteni çok kabaca özetleyelim: İnsanlığın sınırlarının Dünya'nın ötesine geçtiği yirmi dördüncü yüzyılda, kapitalizmin elinde bayrakla koşturan temsilcisi Ben Reich, sülaleden sahibi olduğu şirketi Hükümdarlık'ın rakip D'Courtney karteli karşısındaki finansal dezavantajı nedeniyle sıkıntılı bir dönemden geçmektedir.
Her gece kabuslarında kendisini yok etmeye çalışan Yüzü Olmayan Adam ile mücadele eden Ben Reich, Hükümdarlık'ın mali durumunu düzeltmek için kartelin başındaki Craye D'Courtney'e birleşme teklifinde bulunur ancak adamdan umduğu cevabı alamayınca dertlerinin müsebbibi olarak gördüğü Craye'i öldürmeye karar verir.
Ben Reich her ne kadar galaksiler arası nüfuza sahip biri olsa da cinayet, yirmi dördüncü yüzyılda unutulmaya yüz tutmuş bir eylemdir artık. Nüfusun kısıtlı bir bölümünü oluşturan ve zihin okuma yeteneğine sahip, esper adı verilen bir grup insan sayesinde cinayet işleme niyeti önceden tespit edilebilmekte; insanlığın yetmiş yılı aşkın bir süredir türdeşlerini öldürmesi engellenmektedir.
Evet, bu senaryoyu bir yerlerden hatırlıyoruz. Steven Spielberg'ün 2002 tarihli Azınlık Raporu'nda (Minority Report), zihin okuyan insanların dünyayı cinayetlerden nasıl arındırdıklarını izlemiştik. Bu hikâyeye ilham veren Philip K. Dick'in 1956 tarihinli Azınlık Raporu'nun ilhamı Bester'ın Yıkıma Giden Adam'ından aldığını belirterek; bu ilham zincirinin ilk halkasının Alfred Bester olduğunu söylemiş olalım.
Hikâyeye geri dönecek olursak; Reich niyetini gerçekleştirmek için birinci sınıf bir esper olan Augustus "Gus" Tate'i yanına katıp kılcallı bir plan yapar ve nihayetinde hayal ettiği cinayeti işlemeyi başarır. Öte yandan, Reich'in tüm çaba ve kurnazlığına rağmen, bir polis ve birinci sınıf esperlerin şahı olan Lincoln Powell, Reich'in suçlu olduğunu anlar ve bir yandan tiksinip diğer yandan hayranlık duyduğu bu deli adam ile aralarında hararetli bir kovalamaca vuku bulur.
Her son yeni bir başlangıç mı?
Cinayet suçunun cezası Yıkım'dır ve Ben Reich, tüm çabalarına karşın Yıkım'a gitmekten kurtulamaz. Öte yandan, Reich'i Yıkım'a götüren kişi Powell değil, adamın tek gerçek düşmanı olan Yüzü Olmayan Adam'dır.
İşin aslı şu ki, Craye D'Courtney Hükümdarlık ile birleşmeyi ta en başından kabul etmiştir. Ancak Reich'in gerçekten istediği şey Craye ile birleşmek değil onu yok etmektir zira Craye, Ben'in babasıdır ve evladını babasız bir hayata terk etmiştir. Velhasıl Ben'in motivasyonu para veya güç değil, intikamdır. Deli Reich bu uğurda kendi yoluna akıl almaz taşlar koymuş, sonrasında kendi kendisini Yıkım'a götürecek türlü işlere bilinçdışı bir biçimde girişmiş ve nihayet Yıkım'a kendi ayaklarıyla gitmiştir.
Yıkıma Giden Adam'ın müthiş bir bilimkurgu olması, okuruna ne ütopya ne de distopya olan gri bir siberpunk atmosferi sunması, bugün yer yer gerçekleştiğini gördüğümüz öğelerle bezeli bir gelecek tahayyülü yaratması ve görsel şiirleri andıran tipografik pasajlar "resmederek" çok keyifli bir okuma deneyimi sunması bir yana, benim için bu hikâyenin en güzel yanı Reich'in delice eylemlerinin ardındaki motivasyon vesilesiyle okura sunulan kıssadan hisse oldu.
İnsan insanı ne kadar sarsıp savursa da yıkıma giden yolun taşlarını yine kişi kendi elleriyle diziyor. Hayata dair naçizane tecrübe ve gözlemlerimi bundan yetmiş yıl önce yazılmış bir bilimkurgu kitabında tasvir edilen bir yirmi dördüncü yüzyıl karakterinde görmek beni keyiflendirdi. Yalnızlığımı aldınız Bay Bester, toprağınız bol olsun.
Yıkım kavramı metafor olarak kafamda hakikat sıfatına ulaşmayı ne denli başardıysa uygulama olarak da bir o kadar şaibeli kaldı. Neden mi? Ben Reich hikâyenin neticesinde yakayı ele verip Yıkım'a gittiğinde Powell ve Doktor Jeems'in hastanedeki diyaloğunu hatırlayalım:
"(...) Üç dört yüzyıl önce polisler Reich gibi adamları, onları öldürmek için yakalıyordu. İdam cezası deniyordu adına."
"Şaka yapıyorsun."
"Şerefim üzerine yemin ederim."
"Ama bu hiç mantıklı değil. Kişinin topluma karşı gelecek yeteneği ve cesareti varsa, ortalama üstü olduğu ortadadır. Onu bırakmamak gerekir. Onu düzeltip bir artı değere çevirmek gerekir. Neden atasın ki? O zaman elinde yalnızca koyunlar kalır."
"Bilmem. Belki o günlerde koyun istiyorlardı."
Suçu cezalandırmak yerine suçluyu cezalandırmak sadece psikolojik değil, sosyolojik de bir mesele ancak kurallara uyanların "koyun", huzur kaçıranların ise "ortalama üstü" oldukları düşüncesi benim kafamda pek oturmuyor. Yani, ilginç olmakla birlikte tüm Yıkım kavramının böyle biraz "şey" bir varsayım üzerine şekillendirilmesi çok tatmin etmedi beni.
Yıkım'ın, faili suçu işlemeye teşvik eden kişilik ve hatıralarının kendisinden alınarak geriye kalan temelin üzerine bu kez sağlıklı bir yeniden eğitim süreci uygulamaktan ibaret olduğunu biliyoruz. Bu yenilenme süreciyle birlikte kişi, bir yandan kendisini "eşsiz" kılan özünü muhafaza ederken diğer yandan bu kez topluma faydalı bir birey haline geliyor. Peki ama bir insanın kurallara itaatsizliğini onun yaşanmışlıklarının ötesine geçen bir "eşsizliğe" atfedecek olursak, bu, o kişinin ileride başına gelecek herhangi bir olayda kendisini yine suç işleme arzusuyla baş başa bulabileceği anlamına gelmez mi? Peki, aynı şekilde, bir kişinin çok istediği halde bazı eylemleri gerçekleştirmemesi; örneğin, nefret ettiği bir insanı hırsları uğruna öldürmemesi; onu bir koyun olarak adlandırmak için yeterli mi? Belki de esas irade ve azim eylemde değil eylemsizlikte saklıdır.
Neyse, sırf yerlere tükürüp eski sevgililerimi bıçaklamadığım için galeyana gelmiş olabilirim. Seni yine de seveceğim Bay Bester.
Mutsuzluk, tamamlanmamışlık, delilik
Yıkıma Giden Adam gibi zamanının ötesinde işler gördüğümde kendi kendime sormadan duramıyorum: Geleceğe dair bu denli alışılmadık tahayyüllerde bulunan insanlar kendi zamanlarında, gerçekliklerinde mutlular mıdır acaba? Bu hikâyeleri yazdıran yaratıcılık bir memnuniyetsizliğin ödülü, meyvesi, telafisi olabilir mi?
Çok uzun yıllardır kendi kendime, bu dünyaya mutlu olmaya gelmediğimizi hatırlatıyorum. Bu dünyaya mutlu olmaya gelmedik, en azından bu bir ihtimal. Belki de olmamız gereken tahminimizden çok daha farklı bir şeydir. Kim bilir, belki de aslında o kadar da ihtiyaç duymadığımız bir hisse kapılmış, onun bizim için vazgeçilmez olduğunu zannederek yıllarımızı harcıyoruzdur. Daha mutlu olmak, daha fazla kazanmak, daha fazla sevilmek ve hâkim olmak, süreçlere ve insanlara...
Powell'ın telepati yeteneğinden yoksun "sıradan" bir adam olan Komiser Crabbe'a söylediklerini hatırlayalım:
"Gözetleyici olmadığınıza şükredin, efendim. İnsanların yalnızca dışını görebildiğiniz için minnettar olun. Tutkuları, nefretleri, kıskançlıkları, kötülüğü, hastalıkları görmediğiniz için kendinizi şanslı sayın... İnsanların içindeki korkutucu gerceği nadiren gördüğünüze sevinin. Herkesin gözetleyici olduğu ve herkesin ayarlı olduğu bir dünya, muhteşem bir yer olur... Ama o zamana kadar kör olduğunuz için minnettar olun."
Sıradan insanlara körlüklerini sevmelerini tembihleyen Powell, insanın içini gören o büyülü gözleri elinden alınsaydı nasıl kahrolurdu, o konuya hiç girmeyelim. Karşınızda sizin sahip olduğunuz bir şeye öykünen ve ondan yoksun yaşamak zorunda kalmış bir insan varken akıl vermek ne kolay; siz esas esper James Church gibi elindekini yitirenlerin veya Ben Reich gibi hiçbir zaman elde edemeyenleri dinleyin. Onların anlattıklarında ruha çok daha dokunan ezgiler var çünkü.
Reich ile Powell arasındaki rekabette tarafımı hayli net bir şekilde belli ettikten ve hiç tanımadığım o kendini beğenmiş, kimsesiz, zavallı, mutsuzluğa mahkûm, kendini seven ve kendinden nefret eden dostum Ben Reich için bir dakika saygı duruşunda bulunduktan sonra bu hikâyeden, aklımda son dizeleri kalan müthiş bir şarkıyla ayrılıyorum.
Sekiz, sör; yedi, sör;
Altı, sör; beş, sör;
Dört, sör; üç, sör:
İki, sör; bir!
Sen sor, dedi Sensör.
Sen sor, dedi Sensör.
Gerilim, kaygı
Ve anlaşmazlık vaktidir.
Gerilim, kaygı ve anlaşmazlık vaktidir. Gerilim, kaygı ve anlaşmazlık vaktidir. Gerilim, kaygı ve anlaşmazlık vaktidir. Gerilim, kaygı ve anlaşmazlık vaktidir... Gerilim, kaygı ve anlaşmazlık vakt...