Hafta sonu herkesin en keskin nefesini birbirinin ensesine soluduğu çilekeş bir barın tuvaletinde, dengenizi korumaya çabalayarak mesanenizdeki tüm idrarı boşaltmaya çalıştığınızı düşünün. Yalnızca sizin olan klozete dinmeyen bir özenle koyduğunuz kıymetli mabadınızı sizden önce kaç yabancının kim bilir nerelerinin dokunduğu, sürttüğü, üzerinde kıvrandığı meçhul bir klozetin kucağına bırakma kararıyla aranızda yalnızca tek bir kadeh var.
Kazanmanın gittikçe zorlaştığı bir savaş ve son kadehin ardından, titreyen bacaklarınızın taşıyamayacağı bir ağırlığa ulaşan cüssenizi bilinmeze sürüklediniz. İçinizdeki o sıvı yabancı, pis, hoyratça kullanılmış, üzerinde kimsenin hatırlamak istemediği onlarca sevişmenin ve kusmuğun hatırasını taşıyan, tarifsiz bakterilerle varlığı sınanmış bir klozetten geçerek sizden uzaklaşıyor. Bu teması ilerleyen dakikalarda dizlerinizin üzerinde, elleriniz ve gerçekten şanssızsanız ağzınızla iyice mühürleyeceksiniz.
Talihsizlik mi bu, belki de gerçekten hoş olmadı. Ama rahatladınız, itiraf edin. Çıkması gereken ne varsa, çıktığında her seferinde iyi geliyor; nasıl çıkarsa çıksın. Nasıl da rahatladınız ya, kuş gibi hafiflediniz vallahi. Belki iğrendiniz biraz ama bağışıklığınız da güçlenmedi değil hani, bir de öyle düşünün. Ara sıra pisliğe bulanmak da güzel.
Canımın içi bir sinefilin "Yahu bak sen bunu kesin seveceksin" diye yükselip yükselip yüzüme çarpan o bitmek bilmez ısrarını dindirmek için bir gece vakti niyetine girdiğim Der Goldene Handschuh bendeniz üzerinde işte tam olarak böyle bir etki yaptı. Kendimi pisliğe bulaştırmamak için her ne kadar direndiysem de bokun içinden yüzümde mağrur bir tebessümle çıkmayı başardım. Balçığın derinlerine sürprizbozanlı bir dalış yapmak için buyurun.
Fritz Honka'nın berbat hikâyesi
Öncelikle kendimi Fatih Akın hayranı olarak tanımlamadığımı belirteyim. Vakti zamanında herkes gibi Duvara Karşı'yı izleyip çok beğenmiş, filmin heyecanıyla izlemeye koşturduğum Soul Kitchen'dan hayal kırıklığıyla döndükten sonra Akın defterini öylece kapatıvermiştim. Muhtemelen bu yüzden, Der Goldene Handschuh'u izlemem yönünde yapılan baskılara birkaç hafta boyunca direndim. Pişmanım. Çok güzel film Der Goldene Handschuh ama yine de iflahını kesmek istediğim bir arkadaş haricinde kimseye ısrarla tavsiye etmedim ve etmekten de çekiniyorum.
Kan, istismar ve sosis seven izleyici kitlesiyle bu yıl itibarıyla buluşan Der Goldene Handschuh konusunu gerçek bir seri katilin, Fritz Honka'nın hikâyesinden alıyor. Heinz Strunk'ın 2016 tarihli kitabından uyarlanan ve filmin sonunda gösterilen fotoğraflardan anlaşıldığı üzere aslına hayli sadık kalmak için çabalanan filmde Honka'nın 1970'lerde Hamburg'da işlediği bir dizi cinayete tanıklık ediyoruz.
Hayret bir olay (soldan sağa): Gerçek Fritz Honka, Der Goldene Handschuh'taki Fritz Honka, Der Goldene Handschuh'taki Fritz Honka'yı oynayan Jonas Dassler
Çok ama çok kabaca özetlemek gerekirse, leş herifin teki olan Fritz Honka alkolü çekip çekip ekseriyetle Der Goldene Handschuh'tan kafaladığı biçare, berduş kadınları evine götürüyor; onları sosisli tokatlı birtakım hayli kusturucu yöntemlerle istismardan hallice ettikten sonra veya bazı durumlarda o kadarını dahi yapmadan dövüyor, öldürüyor, kesiyor, biçiyor ve evinin içindeki tövbe estağfurullahlık bir bölmede saklıyor. İşte böyle arkadaşlar, kafesinden kaçıp evin en olmadık köşelerine sıçan tavşanınızın bokunun kaynağı belirsiz kokusuyla boğuşmak gibi bu filmi başından sonuna kadar izlemek.
Şişirilmiş bir balon: Amaç
Der Goldene Handschuh'un sarsıcı derecede düşük olan Metascore'unun (şu güzel filme otuz sekiz gibi bir notu reva gören eller kırılsın) gizemini çözmek için sağa sola biraz bakındığımda filmin Lars Von Trier'in The House That Jack Built'inin başarısız bulunan bir kopyası olduğu şeklinde yorumlar gördüm. Açıkçası Trier'in mevzubahis filmini izlemiş biri olarak Der Goldene Handschuh'un bir dakikasında bile The House That Jack Built'in aklıma gelmediğini belirteyim. Der Goldene Handschuh bana daha ziyade Gaspar Noé'nin Seul Contre Tous'unu hatırlattı –ki o da çok iyi filmdir, lütfen izleyip kusar mısınız?
Anlayabildiğim kadarıyla filmin kimilerince beğenilmemesinin nedenlerinden biri Fatih Akın'ın izleyicisine amaçsız bir iğrençlikler dizisi sunmaktan öteye geçmediği, filmde olup bitenlerin hiçbir anlamının olmadığı yönündeki düşünce. Olması gerekiyor mu? Her filmin bir mesajı olmalı mı? Veya şöyle düşünelim, izleyicisine yüz yirmi dakika boyunca bağlamı olmayan bir şiddet gösterisi sunan bir filmin amacı gerçekten şiddet gösterisi sunmak olabilir mi? Bunlar retorik değil, öz hakiki sorular. İnsanın varlıkta ve varoluşta bir amaç arama çabasını desteklemekle birlikte, aslında bir amacın olmayabileceğini veya bir amacın olup olmamasının, kişinin bu amacın varlığını sezebilme ihtimalinden bağımsız ele alınması gerektiğini kabullenmek gerektiğine inanıyorum. Bir amacın olmaması bizatihi amacın kendisi de olabilir üstelik. Yani şu filmden illa bir anlam çıkaracaksak "alkol kötüdür" desek bile olur. Mis gibi kamu spotu çekmiş Fatih Akın desek bile olur bana kalırsa, neden olmasın?
Filmin ilişki bitirici, libido düşürücü ve veganlaştırıcı etkisini bir yana bırakalım; çok güzel bir görüntü yönetmenliği var Der Goldene Handschuh'un. Sizi içine çeken; renkleriyle, oyunculuğuyla, sunduğu atmosferle ruhunuzu parmaklarıyla kavrayıp hoyratça sıkan bir film. İğrenç tabii, ilk dakika itibarıyla başlayan kasti bir iğrençliği var. Ama bir yerlerde vuku bulmuş bir iğrençlik bu, gerçek bir iğrençlik yani. Gerçekten var olmuş bir iğrençlik izlediğiniz. Alın size leş gibi bir amaç.