Zamka yapışmış bir fare sonunun geldiğini anlar mı?

Mart ayından bu yana dünya genelinde yaşanan olağanüstü durumlar nedeniyle hepimiz öyle ya da böyle birtakım ruhsal yıpranmışlıkların kurbanıyız. Tüm bu sessiz karmaşanın içerisinde beni heyecanlandıran, keyfimi bir nebze de olsa yerine getiren şeylerden biri de gelişini nicedir heyecanla beklediğim The Haunting of Bly Manor'a nihayet kavuşmaktı. Shirley Jackson'ın Tepedeki Ev'ini (Haunting of Hill House) pek seven bir okur olarak Mike Flanagan'ın The Haunting of Hill House'unu izlerken zevkten dört köşe olmuştum. Dizinin, bu güzel kitabın bugüne kadar izlediğim en iyi yorumu olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Zaten Flanagan'ın ürettiği her işe elimde tuzlukla koşturduğum için The Haunting of Bly Manor (The Haunting: Bly Malikânesi) da duyurulduğu ilk günden bu yana ha geldi ha gelecek diye coşkuyla yolunu gözlediğim bir yapımdı.

Yürek Burgusu'ndan Bly Malikânesi'ne

Tıpkı ilk sezonda olduğu gibi bu sezonda da hikâyemizin temelini bir kitap oluşturuyor: Henry James'in ülkemizde Yürek Burgusu adıyla yayımlanan 1898 tarihli kitabı The Turn of The Screw.

Yazar elli beş yaşındayken Collier's Weekly Magazine'de on iki bölümlük bir yazı dizisi olarak yayımlandıktan sonra Two Magics adlı bir kitapta tek parça halindeki nihai formuna kavuşan bu güzel novella, yetim ve öksüz kalmış iki zengin kardeşe yatılı eğitim vermek için kırsaldaki bir konağa yerleşen genç bir mürebbiyenin burada başından geçen doğaüstü olayları konu alıyor.

İlk satırları itibarıyla okuru her sayfada büyüyen bir gizem yumağıyla başbaşa bırakan hikâyenin en büyük orijinalliği olup bitene dair son kararı okuruna bırakmasında yatıyor. Yani, kitabı kapattığınız zaman, okuduğunuz şeyin bir hayalet hikâyesi mi yoksa psikolojik bir gerilim mi olduğuna karar vermek size kalıyor.

Bir hayalet hikâyesi

Sürprizbozan uyarısıyla devam edelim: Flanagan'ın The Haunting of Bly Manor'una gelecek olursak... Orijinal esere sadık gibi başlayan hikâye yol aldıkça, kitabın okuruna en büyük vaadi olan kendi sonunu seçme özgürlüğünü onun elinden alıyor. Velhasıl elimizde, fazlaca detaylandırılmış ve her detayı güzelce açıklanmış bir Yürek Burgusu var.

Aslında böyle olmasında bir fenalık yok, nihayetinde Flanagan Yürek Burgusu gibi filmleştirilmesi zor bir anlatıdan ilham almaya meyledecek kadar cesur bir adam ise bu adamın hikâyeye kattığı yorum da izlemeye değer. Ancak hikâyenin kitaba sadakatini sunarcasına barındırdığı bazı detayların ilerleyen bölümlerde hiçbir işe hizmet etmediğini düşünecek olursak ortada gereğinden fazla detay ve hiçbir yere bağlanmayan birtakım anektodlarla örülü karmaşık bir motif olduğunu görüyoruz –ki bu yorucu biraz.

Henry James'in hikâyesinde okurun kafasını kurcalayan mesele yaşanan doğaüstü olayların kaynağının mürebbiyenin hayal gücü ve yıpranan ruh sağlığı olup olmadığıydı. Flanagan'ın hikâyesi de aynı endişeyle başlıyor: Yeni mürebbiye Dani, konağa kendisiyle birlikte ölü nişanlısını da getiriyor. Ancak doğaüstü olayların nedeninin gerçekten doğaüstü olaylar olduğunu anlamamızla birlikte Dani'nin hayatındaki bu ölü adam da işlevini yitiriyor. Nitekim kadının vicdanıyla tetiklenen bu hayalet onun zihninden geldiği gibi gidecek ve ardında sonu pek de bir yere bağlanmayan birkaç bölümlük bir tedirginlik bırakacak. Eh, şey, peki, oldu.

Sıkıntı büyük.

Dizideki karakterlerin özel hayatlarının ve geçmişlerinin neden olduğu kakofoni bu denli kulak tırmalarken bazı karakterlerin ve karakterler arası ilişkilerin iki boyutlu olmasıysa dizideki bir diğer aksaklık. Aralarındaki çekimin etkisine etkisine bir türlü kapılamadığımız Owen ile Mrs. Grose bunun örneklerinden biri. Owen ile Jamie'nin hikâyelerinin diğer karakterlerinkisine kıyasla sönüklüğü de bir diğer örnek olabilir. Henry Wingrave'in bile kafasında nereden geldiği belirsiz şeytani bir ikizi varken (hakikaten, bu doğaüstü meseleler sadece konak sınırlarında peyda olmuyor muydu?) Jamie ve Owen'a kurşun işlememesi bir nebze ilginç değil mi?

Hayır, bir aşk hikâyesi

Mike Flanagan'ın işlerini genel itibarıyla sevdiğimi, The House of Haunting Hill'i çok beğendiğimi, Shirley Jackson ve Henry James okumaktan keyif aldığımı söylemiştim. Bu veriler ışığında, basit bir tümevarımla, The Haunting of Bly Manor'un başından mutsuz kalkmama zaten pek ihtimal yoktu sanırım.

Burada esas mesele seyirliğin iyi veya kötü olup olmamasından ziyade onu nasıl bir beklentiyle izlediğinizde saklı. Diziden alıntılayarak açıklayacak olursam; bu bir hayalet hikâyesi değil, bir aşk hikâyesi... Ve bir Yürek Burgusu uyarlaması değil, bir Yürek Burgusu yorumu.

Ama bu bir esaret hikâyesi

Dahası ve belki de hepsinden fazla, bu dizi bir hapsoluş hikâyesi ve bunu gerçekten çok iyi anlatıyor. Eğer hikâyeye korku veya aşk ya da doğaüstü olaylar bağlamında bakmak yerine bu pencereden bakarsanız tüm karakterlerin bir anda üç boyutlu hale büründüğünü keşfediyorsunuz. Ölü veya diri, dizideki tüm karakterler kendi hapishanelerinde birer mahkûmlar. Henry Wingrave ve Dani kendi vicdan azaplarının, Jamie ve Peter istismarcılarının, Jessel etnik ve biyolojik kökeninin, Mrs. Grose hayal kırıklığının, Owen anne sevgisinin, Viola hasret ve yalnızlığın birer mahkûmu. Flora ve Miles dışında istisnasız herkes iyi ya da kötü yaşanmış eski bir zamanın hatıralarından oluşan parmaklıkların ardında bir sonsuzluk boyunca bekleyecek olmanın acısını çekiyor. Her şey bittiğinde yaşananları unutanların sadece Flora ve Miles olmasına şaşmamalı.

Velhasıl, diziyi bu şekilde yorumlarsanız o gereksiz gözüken detayların, vakitsiz sonlanan anektodların, yarım kalmış hikâyelerin hepsinin tek bir amaca –esareti anlatmaya– hizmet ettiğinin farkına varıyorsunuz. Tıpkı Mrs. Glose ile Owen'ın, kadının hatıralarındaki mülakatlarından birinde, Owen’ın Mrs. Glose'a ileride anlatacağı, zamka yapışan farenin hikâyesini hatırlattığı zaman olduğu gibi:

"Vakti geldiğinde kaçıp gitmem. Söz veriyorum. Hayır. Herkes gibi bu yapışkan tuzaktan köyde kalırım. (...) O zamkın kuruması, biz farkında bile varamadan... O sonsuz, iliklerine işleyen dehşet, ebediyen sıkışıp kaldığını anladığın an. Sence bir farenin bunu idrak etmesi mümkün mü? Fare sonunun geldiğini anlar mı? Ya biz? İnsanlar? Zamka yapıştığımızı anlar mıyız? İçinde olduğumuz suyun kaynadığını? Yoksa oturup her şeyin yoluna gireceğini mi düşünürüz?"

Hayat hakkında birkaç ders

Gecenin bir yarısı yorganın altından odanızın kapısına tedirgin bakışlar atmanıza neden olacakmış gibi başlayan The Haunting of Bly Manor finalde herkesi kendi arafına, vicdanına, cehennemine ve fedakârlıklarına esir ederek sahneyi terk ediyor. Ben şahsen beklediğim korku, depresyon ve bunalımı almış olmanın enayice mutluluğunu yaşıyorum. Sanki tam da bu dönemde böyle bir karanlığa ihtiyacımız varmış gibi... Ama var, şaşırmayın. Sizin olmayan bir acı kadar kendi acılarınızdan izler bulabileceğiniz yabancı acılar da ruhu besliyor. Her ne kadar ruh için doğru besin olup olmadıkları şaibeli olsa da...

Flagan ve şürekası şu sıralar Midnight Mass dizisinin hazırlığıyla meşguller. 2021'de Netflix'te yayınlanması planlanan yeni diziyi beklerken;

  • Henry Thomas severler İhtiras Rüzgârları ve E.T. ile nostaljik bir yolculuk yapabilirler.
  • Victoria Pedretti'yi sevenler arasından hâlâ izlememiş olanlar, You ile Pedretti'yi Flanagan’ın işlerindekinden epey farklı bir rolde izleyebilirler.
  • T'Nia Miller'ı daha fazla görmek isteyenler Years and Years'a, Rahul Kohli hayranlarıysa iZombie'ye göz atabilirler.
  • Alex Essoe'cu korku severlerin Starry Eyes'a bir şans vermelerini öneriyorum.
  • Kate Siegel hayranları Flanagan imzalı Hush, Quija: Origin of Evil ve Oculus ile keyifli vakit geçirebilirler.
  • Son olarak, biraz daha fazla Flanagan isteyenler -henüz izlemedilerse- Doctor Sleep ve Gerald's Game'e bir göz atabilir ya da filmleri boş verip vesileyle biraz Stephen King okuyabilirler.

İyi seyirler!