Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm?
Çok uzun bir aradan sonra merhaba. Nicedir sohbet etmiyorduk zira koşullar ve varoluşumuza içkin birtakım buhranlar zihnimizi kör kuyulara hapsetmişti ve ne buraya ne oraya velhasıl hiçbir yere birkaç cümlenin ötesinde fikir beyan edemez hale gelmiştik.
Neyse, bu denli uzun bir molanın ardından geri dönüşü kimin kime kayınço olduğunu anlamanın mümkün olmadığı Dark gibi bir diziyle yapmaktan daha isabetli bir karar olmayacağı konusunda elbette hepimiz hemfikirizdir diye düşünüyorum. Vakti zamanında Dark'ın ilk sezonuna dair bir şeyler karalamış; tüm dizinin dev bir dede paradoksu olmasına aşırı derecede içerleyerek ve Hannah'ın kahpeliği, Ulrich & Katharina'nın zorbalığı gibi dizideki sosyal ilişkiler üzerine boş yaparak yazımızı sonlandırmıştık. Takip eden sene yayımlanan ikinci sezonuysa izlediğimiz halde -yeterince hızlı davranamadığımız için- yazmaya niyetlenene kadar tamamen unutup nihayetinde hakkında tek bir satır karalamadan boş geçmiştik.
Üçüncü sezona başlamadan önce birinci ve ikinci sezonları tekrar izlediğimi gururla belirtmek isterim. Ancak, üçüncü sezonu da izledikten sonra yine bunalıma girip oyalanmaya başlayınca dizinin zaten zar zor anladığım kadarını da unutmuş olabilirim. Notların da bir kısmını kaybetmişim zaten. Siz de benim gibi gerçek bir hayal kırıklığıysanız lütfen takip eden satırlarda bana eşlik edin, birbirimizin yalnızlığını alalım biraz arkadaşlar. Biz bize lazımız çünkü biliyorsunuz.
İkinci sezonda neler olmuştu?
İlk sezonunda yedi düvele A4 kağıda soyağaçları çizdiren Dark'ın ikinci sezonunda Jonas ortalığın anasını bellemiş, her şeyi düzelteyim derken evrenin içine sıçtığı yetmezmiş gibi zaman makinesini anası Hannah'a göstererek bu kahpe insanın evrene türlü fenalıklar etmesine önayak olmuştu.
Biliyorsunuz güzelim Jonas yıllar içinde zamanda yolculuk ede ede kuru erik gibi bir herife dönüşüyor ve nihayetinde Adam olarak tanıdığımız Sic Mundus'çu halini alıyordu. Adam'ın aslında Jonas olduğunu öğrendiğimizde -Jonas nur yüzlü bir çocuk olduğu için- hep bir ağızdan "Bu adamdan bir fenalık gelmez" demiş; Adam Jonas'ı "Git babanı kurtar" diye geçmişe yollayıp aslında çocuğun Mikkel'i öldürmesine neden olduğunu öğrenince bile "Haydi neyse bir bildiği vardır koca çınarın" diyerek bu yüreği yaralı adamla empati kurmaya çalışmıştık. Ancak Adam, hatırlarsanız, ikinci sezonun son sahnesinde Jonas'ın halası olduğu için yoğun tribe giren Martha'yı vurmuş ve tam da bu ebleh bakışlı kadından kurtulduğumuza sevinirken paralel evrenden başka bir Martha gelerek Jonas'ı paralel bir yolculuğa çıkarmıştı.
Adam'ın bu hayvanca hareketleri bazılarımızı Sic Mundus'çuların karşısında olan Claudia'ya yakınlaştırmış olabilir ancak yeşil sahalarda Beyaz Şeytan olarak bilinen bu akyürüyenin baba katili olduğunu ve bunu sırf adam zamanda yolculuğun mümkün olduğunu anladığı için yaptığını unutmayalım.
Velhasıl ikinci sezon biterken, elimizde iki taraf var gibiydi: her şeye son vermek isteyen Adam önderliğindeki Sic Mundus'çular ve mevcut dünyayı kurtarmak isteyen Claudia.
Öte yandan bu teorilere kaynak olan insanlar neredeyse anlık olarak taraf ve fikir değiştirdikleri için ikinci sezona dair işin dramasından öte bir hatırlatma yapmak pek de mühim gelmiyor açıkçası gözüme. Biz en iyisi kim kimin dayısını doğurmuş, kim kimin veresiye defterini yırtmış şöyle bir özetleyerek üçüncü sezonun gizemlerini anlamaya çalışalım.
Evde Dark ve Sic Mundus'çular üzerine hararetli bir beyin fırtınası yapıyoruzdur.
Akıllara zarar bir ilişkiler ağı
Koca dünyada sekiz milyar insan yokmuşçasına herkesin birbirinin bacısına, dayısına hallenerek yine birbirinin kayınço ve bacanağını doğurmaktan geri durmadığı Dark'ın finali itibarıyla Winden'in nesiller boyu demirbaşı olmuş aileleri arasındaki ilişki, bir hatam yoksa, şöyle:
Önceki sezonlarda karakterler arasındaki hayli karmaşık bağı çözebilmek için uğraşırken hikâyeye bir de paralel evrenin eklenmesi ve iki evrendeki karakterlerin birbirleriyle etkileşime geçerek yeni ilişki öbekleri oluşturmaları elbette biraz kafa karıştırıcı oldu ancak dizinin ortalama bir izleyici için yeterli açıklamayı sunacak şekilde sonlanması hoş bir hareket olmuş. Yani bakın üç sezon ekran başında oturup oradan Jonas'ın Adam olduğundan başka hiçbir şey anlamadan da kalkabilirdik. ARO Dark, bizi karanlıkta bırakmadın.
Öte yandan, akıl bulandırıcı olması nedeniyle, paralel evren mevzularını şahsen hep biraz riskli bulmuşumdur. Örneğin Fringe... Paralel evren işlerine girene kadar çiçek gibi olan bu dizi evrenler arası yolculukları ve paralel karakterleriyle beni ve muhtemelen benim gibi pek çok Cifi Kennedy'ciyi kendisinden soğutmuş, son tahlilde akıllarda "sarışın bir hatun vardı suya yatıyordu" diye kalmıştı. Gerçekten iyi bir paralel evren hikâyesi izlemek isterseniz Justin Marks'ın Counterpart'ına bir şans vermenizi öneririm.
Finali itibarıyla dizideki herkesin niyetinin aslında iyi olduğunu, herkesin ekseriyetle sevdiklerinin varlığını sürdürmek için birtakım fedakârlıklarda bulunduğunu ve/veya başkalarını birtakım fedakârlıklarda bulunmaya mecbur bıraktığını anlamış bulunmaktayız. Sic Mundus'un kurucusu olan 19'uncu yüzyıl burjuvasından tutun da Claudia ve paralel Martha'ya, herkes kendi evladının, sevdiğinin ve evreninin hayatta kalabilmesi için çabalıyor işte.
Bir eleştiri
Bazı arkadaş sohbetlerinde Dark'ın senaryosunun son derece zekice ve hayli yaratıcı olduğuna dair yorumlar yapıldığına tanık oldum. Naçizane görüşüm, yaratıcı senaryo böyle olmaz. Dark'ın senaryosu daha ziyade bir mühendislik işi gibi; farklı ipliklerden devasa bir iplik öbeği yapıp sonra o öbekteki iplikleri tek tek ayırmak gibidir herhalde Dark'ın senaryosunu yazmak. Gerçekten akıllara zarar, "lan bunu nasıl düşünmüşler" diyeceğiniz bir dizi izlemek mi istiyorsunuz? Size Doom Patrol'u öneririm.
Böyle dediğim için Dark'ın senaryosunu küçümsediğim zannedilmesin, bilakis, arka plandaki hayli derinlikli fikir ve felsefenin tüm bu kaynım bana kaydı karmaşası yüzünden gözden kaçtığını düşünüyorum. Biz burada üç sezondur soyağacı çıkartmaya uğraşıp kim kimin kayınçosunu doğurdu anlamaya çalışırken bu dizide Nietzsche'nin bengi dönüşünden amor fati'ye, hür iradeden tanrının tanımına varıncaya kadar insana kafayı kırdıracak çok ciddi birtakım mevzular heba olup gitmiş. Sic Mundus deyince kaçımız "tanrı zamanın kendisidir”" aforizmasını hatırlıyor? Varsa yoksa Jonas ile Martha sevişince doğan çocuk Tronte'nin babası mıydı değil miydi vesveleri...
Bir soru
Dark'a göre evrende her şey olması gerektiği gibi olduğu için, biliyorsunuz, ölmek isteseniz de eğer kaderinizde ölmek yoksa yaşamaya devam ediyorsunuz. Yani gelecekte hayattaysanız, bugün ölmeniz mümkün değil. Nitekim bunun sağlamasını Jonas'ın kendisini öldürmeye çalıştığı bir sahnede inatla ölememesiyle görüyor ve mevzunun açıklamasını da yanılmıyorsam Noah'tan dinliyorduk.
İşte size bir soru: Madem gelecekte yaşarken bugün ölemiyorsak, öyleyse, Martha genç Jonas'ı nasıl öldürdü? Herkesin kaderi ve dolayısıyla yaşam çizgisi tek değil mi? Jonas için –birinde Martha tarafından öldüğü diğerindeyse Adam olarak yola devam ettiği– iki yaşam çizgisi nasıl mümkün olabilir?
Belki bu durumun hayli karmaşık bir dizi zaman yolculuğunun neticesi olduğu söylenebilir ancak sanırım öyle değil zira ikinci sezonun finalindeki kıyamet dakikalarında Jonas için iki gelecek kapısı aralanıyor: Birinde paralel Martha tarafından paralel evrene götürülüyor, diğerinde paralel Bartosz paralel Martha'yı engellediği için kendi evreninde kalmayı sürdürüyor. Bu mevzuyu daha iyi hatırlayan, anlayan varsa bir adım öne çıksın.
Dark'ın gerçek mağduru
Nihayetinde ilk sezondan bu yana gerçek bellediğimiz evrenin, ikinci sezonun finalinde ortaya çıkan paralel evrenle birlikte ana evren denilen "gerçek hayatın" hastalıklı birer yansıması olduğunu ve bu iki evrenin de aslında var olmaması gerektiğini öğrendik. Böylelikle Jonas & Paralel Martha'nın çocuğundan olma Tronte'nin oğlu Ulrich de hiçbir zaman doğamıyor –ki bu da Martha, Mikkel ve Magnus'un ana dünyada var olmamalarının nedeni zaten. Charlotte de kendi evladının evladı olduğu için ana evrende yok –zaten babası Noah'ın annesi de Hannah ile Egon'un kızıydı hatırlarsanız, olacak gibi değildi yani gerçek hayatta. Ana evrende böyle zamana meydan okuyan seksler yaşanmadığı için bu insanlar da hiç doğmadılar elbette.
Neyse, ana evrenin tüm insanları öyle ya da böyle mutlu gibiler ancak gönlümüzün evreni olan ilk sezon evreninin tek ve gerçek mağduru şüphesiz Mikkel idi. Ne çektin be Mikkel. Üç sezon boyunca herkes şu zaman yolculuğu mevzusuna öyle ya da böyle müdahale etti. Kimi Claudia'dan taraf oldu kimi Sic Mundus'çulara hizmet etti. Bazıları paralel Martha'nın izinden gitti. Kimi de her ikisinden bağımsız, kendi amaç ve tutkuları uğruna zamanda arsız yolculuklar yaptı. Sadece Mikkel, bir ömrü kendi çocukluğunun, ailesinin, mutluluğunun dibinde ama hepsinden köşe bucak kaçarak yaşayıp en sonunda "oğlumdur" diyerek Jonas'ın sözüyle intihar etti. Lütfen, Mikkel için bir dakika saygı duruşu. Seni unutmayacağız koca yürekli Houdini.
Karanlığın sonu
Öyle ya da böyle bu güzel dizinin sonunu getirdik, hepimizin yüreğine sağlık. Finalin finalinde Hanna'nın doğmamış bebeğine Jonas adını koymaya niyetlenmesiyle felsefeler savaşında kadercilik cephesinde olduğunu bir kere daha hatırlatan Dark'a inat, insanın kaderinin onun yapacağı seçimlerle yazılacağına inanmaktan garip bir haz alıyorum.
Seçimlerimizde hiçbir koşulda en ufak bir irade kırıntısı dahi gösteremediğimize inanmak bizi tembelleştirip bizim daha iyi olma gayretimizi baltalamaz mı? Kaderini sevmek de üstinsan olmak da tarihin tekerrür edeceğini kabullenmek ve dolayısıyla yaşanacak acıları peşinen olgunlukla karşılayıp yola yine de devam etmeyi bilmekten geçmiyor mu? İnsanın aynı hataları defalarca tekrar etmesinin nedeni bu hataların insanın kaderine içkin olması mı yoksa insanın varoluşunun ona o hatayı yaptıran hazza, hırsa ve iktidar sevdasına duyduğu açlık mı? Hatalarımızı tekrar ederek kaderin sözde oyununu oynamaya devam edebiliriz, ancak, bu hatayı değiştirmek hiç mi elimizde değil?
Neyse, biz yine de uçuruma uzun uzun bakmamaya gayret edelim, edelim ki sonra o da bize bakmaya başlamasın.