Ana Sayfaya Dön

Karanlık ve köşeli: Luz

Arzu Nilay Kocasu / filmler, luz

2012 senesinde, 31. Uluslararası Film Festivali resmî olarak başladığında, İKSV ekibinin bir parçası olarak Aksanat'ta görevimin başındaydım. Yaklaşık beş kişiden oluşan ufak ekibimizin sorumluluğu; festival filmlerini izlemeye Aksanat'a gelen film eleştirmenlerine yardımcı olmak, film izlemek için kullanılan bilgisayarlarda bir arıza olursa kasalara üflemek ve vurmak gibi çözüm odaklı inisiyatiflerle kaosu önlemek, seanslardan önce film biletlerini ilgili sinemaların gişelerine yetiştirerek halkımızın kültürlenme sürecine katkı sağlamak ve festival hakkında soru sormaya gelenleri mekândan mutlu yollamaktı. Tüm bunlar olurken, boş kaldığımız aralıklarda filmleri bizzat izleme fırsatımız da oluyordu zira birkaç film haricinde tüm yönetmenlerin filmleri Aksanat'tan çıkarılmaması tembihlenerek DVD formatında masamızın altına bırakılmıştı.

O sene neredeyse tüm festival filmlerini izledim. Bazıları uzun, bazıları çok uzundu. Bazılarında dakikalarca hiçbir şey olmuyordu ama başından sonuna kadar izledim o filmleri. Yönetmenin uygun gördüğü hız ne kadarsa ona uyarak izledim. Bu arada, günün birinde, ilginç bir şey fark ettim: Gazetelere, dergilere uzun uzun film eleştirileri yazan o insanlardan bazıları, belki hepsi değil ama bazısından biraz fazlası bu filmleri ileri sararak izliyordu. İki saatlik filmi on beş dakikada bitirip odadan çıkıyor, teşekkür edip DVD'yi elimize tutuşturduktan sonra bir köşeye geçip uzun cümleler ve ışıltılı metaforlarla yalnızca on beş dakikada bitirdikleri iki saatlik filmler hakkında derin analizlere girişiyorlardı.

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nin Karanlık ve Köşeli bölümünde bu yıl alıcısını bekleyen üç filmden biri olan ve geceme hafif bir ürperti bırakarak hayatımdan yavaşça geçip giden Luz hakkında bir şeyler yazmaya karar verdiğimde aklıma 2012 yılında Aksanat'ta tanık olduğum bu mesele geldi bir anlığına. Aslında ne zaman bir film üzerine düşünsem ucundan köşesinden kendini hatırlatan bir anı bu. Neyse, artık Luz hakkında konuşalım mı? Derin analizler "fast forward'cı" profesyonellere kalsın, biz biraz goygoy yapalım.

Kötü şakalardan doğan bir film

Öncelikle, Almanya'dan kopup gelmiş yetmiş dakikalık Luz'un bir "okullu" filmi olduğunu belirteyim. Yönetmen Tilman Singer'in Academy of Media Arts Cologne için hazırladığı bu mezuniyet projesinin 30 dakikalık ilk taslağı neredeyse yalnızca sorgu sahnelerinden ibaretmiş ve herhangi bir doğaüstü çetrefil içermiyormuş.

Singer'in hikâyesinin nihai haliyse kaynağını yönetmenin Kolombiyalı karısının çocukluk anılarından alıyormuş. Sekiz yaşındayken katolik kız okuluna gitmeye başlayan kadın, okulda rahibelerin onu kayırmalarını istediği için dindar rolü yapıyormuş; yuh ya bunlar nasıl akıllar daha o yaşta, ilginç. Karısı, Singer'in tabiriyle "korkunç, manipülatif bir çocuktan nazik bir yetişkine dönüşmüş" dönüşmesine ancak ikili kendi arasında Şeytan için bu dönüşümün bir öneminin olmadığı, kadının öldüğünde cehenneme gideceği üzerine şakalaşıyormuş arada sırada. Sıkıntı.

Neyse, bu şakadan ilhamla şöyle düşünmüş Tilman: "Eğer bir Şeytan varsa, en kötünün en iyisini elde etmek için kesinlikle katolik okulların etrafında takılırdı."

Biraz doğaüstü konuşalım

Konuyu sürprizbozanlar eşliğinde ve anladığım kadarıyla özetleyecek olursam... Günün birinde bir karakoldan içeriye Luz Carrara adında bir taksi şoförü girer ve kırmızısı eksik Dario Argento atmosferinde kafası dev dumanlıymışçasına ağır çekim hareketler yapmaya başlar. O esnada, barın birinde, Nora Vanderkurt adında hafif seksli bir kadın, psikiyatr bir şahıs olan Doktor Rossini'ye simyacı kokteylleri eşliğinde bir hikâye anlatmaktadır: Katolik okulundan tanıdığı, insanları manipüle etme yetisine sahip bir meydum olan Luz adındaki kız arkadaşı taksiden aşağıya atlamıştır. Sonra Vanderkurt'un içindeki bir şey efektli bir arbedenin ardından Doktor Rossini'nin içine girer; Rossini çağrı cihazına gelen mesajla Luz'u hipnozla sorgulamak üzere karakola gider ve filmin sonunda, Vanderkurt'tan Rossini'ye geçen efektli varlık nihai konağına yerleşmeyi başararak karakoldan çıkar.

Evet, tahmin edebileceğiniz üzere efektli varlık Şeytan. İçine girmek için onca beden arasında yolculuk ettiği kişiyse Luz. IMDb gibi ben de Luz'u bir garip aşk filmi olarak görüyorum ancak Singer'in Screenanarchy.com'dan Kurt Halfyard'a verdiği söyleşiye göre kazın ayağı öyle değil:

"Aşka daha fazla yer vermek istedim. Âşık bir iblis hakkında yazmak istedim. Ama yazım sürecinde, bu iblisin bir bedeni olmadığı ve insanların içine girip onlara sahip olduğu ortaya çıktı. Bu, olup olabilecek en zehirli ilişki değil de ne? Hal böyle olunca, aşka pek yer kalmadı. Hikâye istediğin şeyi elde etmekle ilgili."

Ne diyorsun aga? Gördüğünüz gibi arkadaşlar, yönetmen burada epeyce çarpık bir aşkı tarif ediyor aslında. Nancy ile Sid'inki de mi aşk değildi söyle köpek! Şaka bir yana, Singer aşk hakkında yazmadığını söylese ve gerçekten aşk hakkında yazmamış olsa bile filmi aşk üzerine olabilir. Aşkı nasıl tanımladığınızla ilgili bir mesele bu aslında. Biliyorsunuz, sinemada ve edebiyatta eser siz ondan neyi anlarsanız odur. Bence tabii. Bizatihi eserin anlamı onu yaratanın niyetinden üstündür. Yine bence. Luz bir aşk filmidir, bence. Şeytan doğru düzgün sevmeyi bilmiyor olabilir, o ayrı.

Bir olumsuz eleştiri

1994 yılında Kenan Yarar'ın elinden HIBIR'da doğan ve daha sonra kendi kitaplarına kavuşacak kadar ünlenen Hilâl'i hatırlar mısınız? Pısırık babası, dominatriks anası ve peşinden ayrılmayan âşık bir Şeytan ile burnu boktan kurtulmayan liseli bir kızın başından geçenleri anlatıyordu. Luz bana biraz Hilal'i hatırlattı, anılara kısa bir yolculuk yaptım filmi izlerken.

kenan-yarar-hilal Ergenliğimdeki en acayip olaylardan biri.

Söz konusu özellikle filmler olduğunda benim duruşum üç aşağı beş yukarı belli; bir film size nasıl hissettiriyorsa öyle bir filmdir işte. Ne anlatıldığını, ortada bir mesaj olup olmadığını, kapıların neden aralık bırakıldığını anlamanız o kadar da mühim değil. Tekniği bir kenara bırakalım; bir film, izledikten sonra sizde iyi bir his bırakıyorsa, atmosferiyle sizi kendisine bağlıyorsa o film "sizin için" iyidir. Hülasa, Luz bence iyi bir film.

Bir eleştirim !f İstanbul'a; çeviri pek olmamış. Filmin seansları hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum ancak ediyorsa İngilizce altyazıyı tercih etmenizi önereceğim (filmin dili Almanca ve İspanyolca bu arada) çünkü zaten anlamanın pek kolay olmadığı bu filmi iyice anlaşılmaz kılan çeviri hataları var Türkçe altyazılarda. Film boyunca yinelenip duran Rab'bin Duası'ndaki eski İngilizceyle yazılmış metinde geçen "Who art in heaven..."daki "art"ın "sanat" diye çevrilmesi gibi örneğin. Bunlar seyir zevkini baltalayan şeyler. Velhasıl İngilizce biliyorsanız oradan devam edin derim ben.

Bu arada, son derece dikkatli ve zehir gibi biri olmam sebebiyle başroldeki Luz'un adının Almanca şeytan anlamına gelen Luzifer'in kısaltması olabileceğini da derhal fark ettim. Yani, öyledir herhalde. İspanya'da sanırım yaygın kullanılan bir kadın adı bu arada, ışık anlamına geliyormuş. Işık derken lamba ışığı gibi değil Bakire Meryem gibi, nur gibi demek istiyorum. İşler karışıyor, büyük oyunu çözmüş olabilirim bu keşfimle. İşte böyle çocuklar, biz de boş adam değiliz yani.

We are the Arzu. Lower your shields and surrender your ships. We will add your biological and technological distinctiveness to our own. Your culture will adapt to service us. Resistance is futile.

Sonraki Makale

Cinler azapta