Oooo Van Helsing, alırım bi’ dal
Yine "ulan acaba hayatım harcanıyor mu?" diye düşüncelere daldığınız karanlık bir mesai çıkışı. Hafiften yağmur çiseliyor. İçindeki kalabalıktan buğulanan camları sokağa ser verip sır vermeyen bulut misali bir otobüse atıyorsunuz kendinizi. İkinci vesaitiniz olan vapura geldiğinizde, çoktan insanlıktan çıkmışsınız.
İnsanlıktan çıkmanın güzel bir yanı; sizde artık ar haya kalmamış. Soğuğa boyun eğmeyip iskelenin ta dibine kadar gidiyorsunuz gelen vapuru ilk karşılayan kişi olmak için. Vapurun düdüğü çalınca, etrafınızda omuzları sizinkilere hafif hafif değen suratsız bir kalabalık peydah oluyor. Biraz soldakine dirsek, sağdakinin telefonuna ufaktan bir dikiz derken ilerlemenize nihayet izin verilmesiyle hâlâ inemeyenlere içinizden söve söve tırmanıyorsunuz vapura dayadıkları merdiveni.
Vapur yolculuklarını çok seversiniz aslında; denizi seyrederek, yüzünüze çarpan havayla yolculuk etmek güzeldir çünkü. Ama termometre eksileri gösterdiğinden ve vapurun içinde oturacak bir götlük dahi yer bırakmayan kalabalık bu boktan mesai gününün sonunda hakkınız olduğuna inandığınız oksijeninizi sizden çaldığından biraz içiniz sıkılıyor. Çaresiz, kağıt helvaların yanında kararmış bir muz gibi dikiliyorsunuz tüm yolculuk boyunca.
Nihayet her şey bittiğinde, illa önünüze geçmeye çalışan o gudubet karıya geçit vermeden vapurdan inmeyi başardığınızda, son sınavınız olan minibüse doğru yürürken bir anda duruyorsunuz. Köşede bakkal, ışıl ışıl. İçeriye giriyorsunuz. "Bir paket Marlboro" diyorsunuz sakince. Sonra unutmuş gibi, aniden ekliyorsunuz: "Bir de şu çakmağı alayım."
Bakkala parasını verip, "amma zamlanmış lan sigara" diye düşüne düşüne sokağın kuytu bir köşesine gidiyorsunuz. Aslında sigarayı bırakmıştınız, iyi de olmuştu. Ama bu akşam bir dalcık içeceksiniz. Bir dal sadece, belki kalanını çöpe atarsınız sonra.
Paketi açıp içinden bir sigara çıkarıyorsunuz. Bekletmeden yakıyorsunuz yıllar sonra içtiğiniz ilk sigarayı. Tadı biraz odunsu, dumanı içinize dolarken eski anılar canlanıyor. Bir anlığına tüm dertleriniz ile aranıza doluyor sigaranın dumanı. İyi geliyor velhasıl, sağlığa zararlı tabii o ayrı. Aynı hissin peşinde, ikinci fırtı çekiyorsunuz; "iyi zam gelmiş ama ha" diyorsunuz içinizden. Üçüncü fırtta başınız biraz döner gibi oluyor, tadı kötüleşiyor sanki sigaranın. Dördüncü fırtta baş dönmesi ağrıya dönüşüyor hafiften. Zorlamak manasız, söndürün gitsin.
Ağzınızda boktan bir tat, tüm dertler nispet yaparcasına gittiğinden daha kızgın dönüveriyor kafanıza. Ayağınızın altında hayatı vaktinden evvel biten izmarite son bir kez bakıp, minibüse doğru yola koyuluyorsunuz.
İşte Van Helsing'in ikinci sezonu, Çengelköy'de bir kaldırımda terk ettiğiniz yarısı emilmiş bir sigara gibi: İlk fırtta sizi mutlu etti belki ama nihayetinde bir hayal kırıklığı. Üstelik, böyle olacağını daha bakkala girmeden tahmin etmiştiniz aslında.
Vampir olmuş gidiyorsun...
Sadık okurlarım (merhaba anne) hatırlayacaklardır; Van Helsing'in ilk sezonundan bahsettiğim eski tarihli ilk yazımda atmosfere hâkim olan kahpelik moleküllerine sıkça değinmiş, dizinin beni ikinci sezonda utandırması umuduyla sahneye bir süreliğine veda etmiştim.
İkinci sezonun da yolu üçüncüsüne açarak nihayete ermesini takiben, Van Helsing'in bu ikinci raundunda yaşananları naçizane yorumlamak için yine buradayım. Her zamanki gibi bol sürprizbozanlı bir yolculuk için emniyet kemerlerinizi takın lütfen.
Adios teen spirit
Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın ama senin evladının öldüğü iyi oldu Vanessa. İlk sezonun sonunda doğaüstü kokteylinin iyice bokunu çıkarıp Pitbull'dan hallice bir vampir olarak karşımıza koydukları Dylan, izleyiciye yaşattığı işkenceyi daha fazla uzatmadan, ikinci sezonun ilk saatlerinde Hakk'ın rahmetine kavuştu neyse ki.
Dylan'ın ölümü henüz bir sır ve anasının kanı yüzünden önce iyileşen sonra küle dönüşen karakter üzerinde ne gibi bir deney yapıldığı da şaibeli. Hikâyede bu denli yatırım yapılmış (Van Helsing kanı taşıyan, birtakım deneylerden sağ çıkmayı başarmış, diğerlerine benzemeyen bir çocuk vampir) bir karakterin çat diye ölmesi açıkçası biraz garip. Kim bilir, belki de yönetmen Dylan'ın beyazperdenin en sikko makyajıyla iyice çemçükleşen suratını görmekten yılıp karakterin ölüm fermanını vermiştir?
Neyse, olan oldu deyip önümüze bakalım. Dizideki en güzel anlardan biri olan bu ölümün ardından, belki de, Nirvana Mohamed'den bahsetmek gerekir biraz da. Bildiğiniz üzere Nirvana Mohamed geçtiğimiz sezon, giydiği t-shirt'ün hakkını verememiş; Kurt Cobain'in kutsal mirasına leke sürerek biz hüzünbaz grunge tutkunlarını hayli sinirlendirmişti.
Bu sezon da değişen bir şey olmadı, ancak yine de Mohamed'in mallığının hiç değilse tutarlı olduğuna şahit olduk ki bana kalırsa dizi adına gayet hoş bir gelişme. Sırf kardeşini bulmak için Vanessa'ya dokuz gezegen büyüklüğünde bir kazık atan Nirvana Mohamed, "bari şuradan iki vampir çağır da beni ısırsınlar, yaşamaya devam edeyim" diyen ölüm döşeğindeki kardeşini yekten öldürerek yalnızca en kafası basanların hayatta kalmasının icap ettiği bu dünyada yeri olmadığını bir kere daha göstermiş oldu. Eğer Mohamed akıllı bir adam olsaydı kardeşini vampir ettirdikten sonra Kötekçi Vanessa'ya ısırtır; kızın vampir olma hevesini sonsuza dek kırarak insan örf ve âdetlerine uygun bir hayat yaşamasına vesile olurdu.
Kız kardeşi öldü, peki ya Nirvana Mohamed'e ne oldu? Lâl Sam ile "öpüşün de bitsin" dedirten sapkınlık dolu bir kovalamacanın ardından vampir olup gözden kayboldu. Lâl Sam de galiba öldü (öl artık öl, öl, öl! Öl de bitsin bu sakız gibi uzatılmış bayık sahnelerin). Ölmeden önce kendi parmağını kesip boynundaki kolyeye takarak ise kimsenin Sam karakteri hakkında bir bok anlayamacağından iyice emin olmaya çalıştı sanırım. Her hareketi ayrı bir şov olan Lâl Sam'i umarım üçüncü sezonda görmeyiz. Oysa Christopher Heyerdahl ne kadar canımın içi bir aktör, yazık etmişler adama, Mohamed'in peşinde sapık âşık gibi geldi geçti diziden.
Yeni vampirler ve eski vampirler
Van Helsing biraz saçma bir dizi olduğundan, elbette sezon boyunca sağa sola serpiştirilmiş ufak tefek saçmalıklara da şahit olmadık değil. Örneğin Vanessa Helsing. Komple Vanessa Helsing yani. Müthiş saçma bir karakter değil de ne? İlk sezonda gördüğümüz suni gerilimleri sürdürmeye and içen Kötekçi Vanessa, Axel'i ısırmayarak yeni sezonda da yeminini bozmadı.
İlk sezonda doktor tarafından ölüme terk edilen Axel'in makus talihi, vampir olarak kadraja girdiği ikinci sezonda da uzunca bir süre dönemedi. Zombi-vampirliğin ötesine bir adım kala dahi daha önce Dylan'ın ölümüne neden olduğu için "ya ben seni ısırmayayım bir sakatlık falan çıkar şimdi boşver" diye kolpa bir gerilim yaratan Vanessa neyse adamı ısırdı da kalkıp bir çay demledik biz de. Dylan çemçük suratlı olduğu için öldü, Axel ise senaryodaki muhtemelen en iyi ve yakışıklılığa en yakın adam. Senin ısırığınla ölür mü hiç be kendini bilmez davar?
Vampire dönüşenlerden yeterince bahsettik, vampirden dönüşenlere değinmeden geçmeyelim. Burada sanıyorum ki izleyen herkese bir anlığına da olsa benimle aynı şeyleri düşündüren iki karakter, Axel ve Julius.
Yeniden insana dönüşebilmek için adeta götünü yırtan Axel'ın insan olur olmaz arkadaşları tarafından nöbete koşulmasını eminim fark etmişsinizdir. İşte size Van Helsing dünyasında dönen vefasızlıkların onlarca ispatından biri. Neyse ki neredeyse iki sezon boyunca acılar içinde kıvrandırılan karakteri Scarlett ile gerdeğe soktular da ekran başındakiler olarak topluca bir orgazm sigarası yaktık.
Dizinin bir diğer sürprizi ise, kuşkusuz, insana dönüşür dönüşmez deri pantolonlarını yakıp oduncu gömleğini sırtına geçiren Oedipus Julius'tu. Adam adeta ergenlikten çıkar gibi çıktı vampirlikten, inanılmaz bir değişim. Tabii vampir Julius hayli taşşaklı bir figür olduğundan, insana dönüştüğünde de en azından biraz otoriter olmaya devam eder ve Kötekçi Vanessa ile sevişirler diye düşünmüştüm ama bu şabanlıkla zor. Anca yan bir karakterle falan dilsiz öpüşür o kadar.
Van Helsing'te tanıdık yüzler
Diziyi biraz yerden yere vurur gibi oldum, sevenleri bana gönül koymasınlar ne olur. Bildiğiniz üzere ben bu dizicilik işlerinden hiç anlamıyorum, o yüzden sözlerimin de bir kıymeti yok. Şimdi müsaadenizle, Van Helsing'in müthiş karakterlerinden birinden bahsetme zamanı geldi: Büyücü Kadın-Adam.
Sezon boyunca yer yer pause tuşuna basmadan çay demlemeye gittiğim için bazı kişi ve grupların adını maalesef kaçırmışım, kusuruma bakmayın. Satanist ve vampir kadınlardan oluşan tarikat da onlardan biri. Satanist vampir kadınları Dmitri Bey'in sağ kolu olan Cigaratör Scab ile ilk karşılaşmaları vesilesiyle tanımış; onca övülen bir tarikatın liderinin yancı bir karakter olan Scab tarafından tek bir damla ter dahi dökülmeden dana gibi öldürülmesiyle bu tarikattan pek bir bok olmayacağını anlamıştık. Ancak tarikatın bir jokeri olduğunu bilmiyorduk: Büyücü Kadın-Adam.
Dmitri Bey'in Vampir Reyiz'i bulmak için çıktığı yolculukta akıl danışmak için mola verdiği o sahneyi hatırlayalım; ne müthiş bir andı. Büyücü Kadın-Adam iki dakikada bir sezonluk şov yaptı. Karakteri tam olarak anlamak pek mümkün olmasa da, kendisini daha önce bir yerlerde gördüğüm yönünde garip bir hisle izledim sahneyi. Haksız da sayılmazdım; farklı tarihlerde karşılaşmıştık aslında.
Dmitri Bey'inden Oedipus Julius'una herkesin bir yerden bir yere savrularak uzun yolculuklara giriştiği bu ikinci sezonda müthiş bir final izlediğimizi de söylemeden geçmeyeyim. Van Helsing'lerin anasının kendisini feda etmesiyle (iki damla kanla açılan kapı için koca kadın neden öldü anlamış değilim de neyse) serbest kalan Vampir Reyiz'in Dmitri Bey'i öldürmesi inanılmaz değil miydi? Yani sevdiğinin canına kıymaya zorlanan biri bu işi onun kafasını elleriyle ikiye ayırarak mı yapar gerçekten? Bu işin daha acısız bir yolu yok mu?
Marquis de Sade ile BDSM dolu bir kankalığa koca bir ömür vakfetmiş Dmitri Bey'in böyle karpuz gibi ortadan ikiye ayrılarak katledilmesi de çok güzel bir ironi oldu bana kalırsa. Bravo Vampir Reyiz, touché.
Bu adamı üzmeyin
Dmitri Bey'i öldürüp Kötekçi Vanessa'yı -galiba- vampir eden Vampir Reyiz her ne kadar ikinci sezonun finaline damga vursa da, seyircisini selamladığı ilk sahneden bu yana beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmayan bir karakter var: Cigaratör Scab.
Yoğun elektrik yemiş gibi kımıl kımıl gezen ve finalle birlikte öğrendiğimiz üzere insanken de biraz sıkıntılı biri olan Scab karakterine can veren Rowland Pidlubny yüreğini ortaya koyduğu bir iş yapmış; şöyle bir diziye bu kadar özenmek müthiş bir iş ahlakının ürünü değil de ne?
Bu tür ortalama dizilerde oyunculuk namına dev performans gördüğümde samimiyetle mutlu oluyor ve diziye karşı tam olarak tanımlayamadığım garip bir sıcaklık hissediyorum. En büyük şanslarından biri Cigaratör Scab olan Van Helsing de bu dizilerden biri.
Elbette üçüncü sezonu izleyeceğim. O vakte kadar, iyi seyirler.